Üstad Bediüzzaman’ın Eğitim Modeli (2. Bölüm)

M.Furkan Aslan

‘’Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku.’’(33.Söz)

Yazı dizimizin ikinci bölümünü ele almış bulunmaktayız. Bu bölümde eğitim serüvenin farklı noktalarına değineceğiz.

İnsanın eğitim sürecinin ilk noktasının, kendini tanımak/tanımlamak/bilmek olduğu gerçeği, ilk bilgelerden itibaren insanın mahiyeti üzerinde duran tüm muteber bilginlerin üzerine ittifak ettiği bir gerçektir.

‘’Kendini bilen Rabbini bilir’’ kaidesi gereğince, kainatın mutlak mutasarrıfı olan Rabbimiz ile irtibatımız dahi kendimizi bilme durumu ile orantılıdır.

Mezkur kaide, Muhaddis, Arif ve İslam Alimleri içerisinde müstesna bir yeri olan İmam Nevevi’ye sorulduğu zaman sözü şöyle yorumlar:

‘’Kendi cehaletini bilen, Rabbinin ilmini; kendisinin fâni olduğunu bilen, Rabbinin baki olduğunu; kendisinin âciz ve zayıf olduğunu bilen, Rabbinin kudret ve kuvvetini bilir.’’

İslam Felsefesi ve İrfan geleneğimizde sıkça vurgulanan "Âlem büyük bir insandır. İnsan ise küçük bir âlemdir" söylemi, gerek insanın fiziki/somut alem, varlık, madde, eşya vb. gerekse de metafizik/soyut varlıklar ile münasebetini belirleyici unsur olarak eğitimdeki gelişimini merkeze alır.

İmam Ali’nin, ‘’Marifetlerin en üstünü insanın kendisini tanımasıdır ve en büyük cahillik ise insanın kendini tanımamasıdır’’; Yunus Emre’nin “İlim ilim bilmektir / İlim kendin bilmektir / Sen kendini bilmezsin / Ya nice okumaktır” veya Aristo’nun, ‘’Kendini bilmek, tüm bilgeliğin başlangıcıdır’’ vecizeleri, insanın anlam arayışı sürecindeki eğitiminin İrfan’i ve Felsefi söylemleridir.

Hatta m.ö 800’de kurulan Delfi Tapınağının girişinde yazan ‘’Nosce te ipsum’’ yani ‘’Kendini bil!’’ yazısı, bu yaşam felsefesinin ne kadar eskiye dayandığının bir göstergesidir.

Ezcümle, Üstad Bediüzzaman’da kendi Eğitim modelinde insanın kendini tanım sürecinden söz eder. Fakat bu süreçte Rabbi Rahim’in insanın fıtratında kainatın hülasasını cem’ ettiğini vurgular. Öyle ki, tespitleri ile adeta bireyde hayranlık hissi uyandırmak ile birlikte, eğitim ve gelişim sürecinde kendine yönelmesi ve kendini tanımaya çalışma şevkini artırır.

‘’İnsan, şu kâinatın hakaiklerine bir vâhid-i kıyasîdir, bir fihristedir, bir mikyastır ve bir mizandır. Meselâ: Kâinatta Levh-i Mahfuz'un gayet kat'î bir delil-i vücudu ve bir nümunesi, insandaki kuvve-i hâfızadır ve âlem-i misalin vücuduna kat'î delil ve nümune, kuvve-i hayaliyedir ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve nümunesi, insandaki kuvvelerdir ve latifelerdir ve hakeza...” (30. Lem’a, 6. Nükte)

‘’Evet, şu küçücük insan bedeni içinde bütün kâinatın fihristesini, bütün hazain-i rahmetin anahtarlarını, bütün esmalarının âyinelerini dercetmek; nihayet derecede bir hüsn-ü sanat içinde bir hikmeti gösterir.’’(10. Söz, 3. Hakikat)

 

İnsanın gelişim evrelerini ele alan bazı bilim insanları, genellikle insanın biyolojik ve fiziksel yönlerini baz alırlar. Fakat Üstad, tam aksine bu noktayı insanın kendisini okuması üzerinde değerlendirir. Öyle ki, bu hususu insanlık makamının en temel belirtisi olarak ele alır. Bunun aksinin oluşturacağı tehlikeyi de tüm gerçekliği ile ortaya serer.

‘’Ey kendini insan bilen insan! Kendini oku. Yoksa hayvan ve câmid hükmünde insan olmak ihtimali var.’’(33. Söz’ün 31. Penceresi)

Bununla birlikte Üstad, bilimleri de insanın kendi dünyasında ve kendi üzerinden hakikat dürbünü ile okumayı tavsiye etmektedir. Fenni bilimler üzerinden kendini tanıma ve bunun üzerinden Rabbi ile ünsiyet kurup kendi gelişimini mana üzere inşa etmeyi belirtmektedir. Zira mana üzerine imar edilmeyen her türlü okumanın insanın eğitim ve gelişim sürecine hiçbir katkısının olmadığını da net bir şekilde izah eder. Konu ile ilgili Kastamonu’da Üstad Bediüzzaman ile lise talebeleri arasında cereyan eden bir meseleyi aktaralım;

‘’Kastamonu’da lise talebelerinden bir kısmı yanıma geldiler. “Bize Hâlık’ımızı tanıttır, muallimlerimiz Allah’tan bahsetmiyorlar.” dediler.

Ben dedim: Sizin okuduğunuz fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusuyla mütemadiyen Allah’tan bahsedip Hâlık’ı tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz.

Mesela, nasıl ki mükemmel bir eczahane ki her kavanozunda hârika ve hassas mizanlarla alınmış hayattar macunlar ve tiryaklar var. Şüphesiz gayet maharetli ve kimyager ve hakîm bir eczacıyı gösterir.

Öyle de küre-i arz eczahanesinde bulunan dört yüz bin çeşit nebatat ve hayvanat kavanozlarındaki zîhayat macunlar ve tiryaklar cihetiyle, bu çarşıdaki eczahaneden ne derece ziyade mükemmel ve büyük olması nisbetinde, okuduğunuz fenn-i tıp mikyasıyla küre-i arz eczahane-i kübrasının eczacısı olan Hakîm-i Zülcelal’i hattâ kör gözlere de gösterir, tanıttırır.

İşte bu fenlere kıyasen, yüzer fünundan her bir fen, geniş mikyasıyla ve hususi âyinesiyle ve dürbünlü gözüyle ve ibretli nazarıyla bu kâinatın Hâlık-ı Zülcelal’ini esmasıyla bildirir; sıfâtını, kemalâtını tanıttırır.’’

(Gençlik Rehberi)

 

Eğitim Sistemi ve Eğitimcilerin Eğitimi Üzerine

Şu gerçeği ifade edelim ki, Ülkemizde Eğitim sistemi her zaman için tartışma konusu olmuştur. Bu tartışmalar bazı değişimlere sebep olmuşsa da derde derman olmamıştır. Çünkü köklü bir değişim söz konusu olmamıştır. Genel itibariyle bu işin yönetiminden sorumlu olanlar, çoğunlukla ideolojik, siyasi veya menfi bir düzlemde meseleyi değerlendirmiştir.                                                                                                                                                     

Eğitim sisteminde temel politika insanı müsbet, ve erdemli yönde geliştirme, yetiştirme ve topluma kazandırma olması lazım iken, ne yazık ki siyasetin ve ideolojilerin müdahil olmasıyla herhangi bir fayda gözetilmeden salt bir bilgi yığını oluşmuştur.

Bununla birlikte asırlar boyunca dünyanın 4 bir tarafına eğitim ve öğretim konusunda kamil numune olan geleneğimizin aksine, pozitivist ve materyalist eğitim anlayışı tercihi ile adeta eğitim adı altında bu topraklara köklü cehaletlerini salmışlardır.Mezkur eğitim felsefelerinin temelinde, din/inanç/iman/ahlak/maneviyat gibi hayatın özü, gayesi ve anlamı olan değerler; ekseriyetle çağ dışı, hurafe, batıl inanç, metafiziksel spekülasyonlar olarak nitelenir ve temel amaç eğitimden bunları çıkarmaktır.                                                                                                                                           Yerine her şeyi amprik(deneysel) gözlem yoluyla erişilen hakikatler(!).                                             Manadan, anlamdan uzak, kuru bir yığın. Kur’an’ı Kerim’in ifadesiyle, ‘’..koca koca kitaplar taşıyan merkepler..’’(Cuma, 5) 

Merhum Akif’in şu tabiri ne de yerindedir:

‘’Bu kadar cehalet ancak tahsil ile mümkündür!’’

Batılı Akademisyen, Bilim İnsanı ve Üstad Bediüzzaman üzerine müstakil bir eser kaleme alan Ian S. Markham, ‘’Bediüzzamandan Neler Öğrendim?’’ isimli kitabından şöyle aktarır:

‘’Said Nursi, modernitenin imana yönelik meydan okuyuşunu doğru bir şekilde fark etti. Buna olan mukabelesi de Kur’an’ın güçlü bir müdafaasını temin eden Risale-i Nur’du. Nursi için bilimler, Allah’ın insanlık için dilediği maksatların cüz’leridir.

...

Said Nursi’nin köklerine bağlılığına hayranlık duyuyorum. Yine onun gelenekten kaynaklanan ve Müslümanların yerine getirmesi gereken vecibelere dair nice müzakereye yapıcı olarak katılma iştiyakına da hayranım. Karşılaşmada, köklere bağlılıkla değişim arasında uygun bir denge olduğunu hemen fark ediyorum. Bu sayede geleneklerin nasıl işlemesi gerektiğine dair bazı metodolojik keşifler yapıyorum..’

Üstad Bediüzzaman’a göre iyi bir eğitimcinin hususiyetlerinde olmazsa olmazları arasında yer alması gereken kriterlerin başında, ’ilmi ile amil olması’ gereğidir. Bu noktadan hareketle ‘lisan-ı hal ve lisan-ı kal’ uyumu ve müsbet anlayış çerçevesinde kalarak, muhatabına vereceği bilgi ve kazandıracağı davranış ve öğretimi esas almaktır.

Eğitim modeli şahıslar üzerinden değil evrensel değerler çerçevesinde teşkil olunmalıdır.              

Hedeflere gidilirken iyi bir planlama esas ittihaz edilip verilmek istenen bilgi ve kültürlerde ilim, irfan, terbiye ve inanç esasları baz alınarak tahkiki bir biçimde ruhlara hitap edip kavrama ve kavratma yoluyla şahısları aşan bir anlayış istikametinde evrensel değerlerle özdeşleşen bir eğitim öğretim anlayışı ve gayretini esas alıp sergilemek gerekmektedir.

Bundan ötürü Üstad Bediüzzaman çoğu kez bunu vurgulayıp, kendi te’lif ettiği Risale-i Nur Külliyatını dahi kendi şahsına bağlamaz.

"Hem bunu kat’iyen ilân ediyorum ki: Risale-i Nur, Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip olayım, tâ ki kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o Nur’un kusurlu bir hâdimi ve o elmas mücevherat dükkânının bir dellâlıyım. Benim karma karışık vaziyetim ona sirayet edemez, ona dokunamaz."(Emirdağ Lahikası, 1)

Eğitim dili insanların birbiriyle karşılıklı anlaşmalarını sağlayan en etkili unsurlardan birisidir. Dil unsurunun etkileyişinde aranan hususiyetlerin başında ise dil ile hitap tarzı gelir. Risale-i Nurlarda ki dil ve hitap tarzı insan fıtratıyla özdeşleşir. Bediüzzamanın ifadesiyle, “Nezihane, nazikane ve kavli leyyinidir”. Eğitimde bu tarz ve kullanışa  oldukça ihtiyaç vardır. Eğitimde kendisinden istifade edilen öğreticinin kullandığı dil ile öğrencinin öğrenme düzeyi arasında ciddi bir ilişki vardır. Zira verilen eğitimin usulü en az eğitimin kendisi kadar önemlidir. ‘’Usulsüz vusül olmaz’’ kaidesi, kadim geleneğimizde tarih boyunca kullanılmıştır. Usul ilimlerinin doğuşu da bu kaideden gelmektedir.

Üstad Bediüzzaman, hasta ve hiçbir ziyaretçiyi kabul etmeme durumunda olmasına rağmen, kendisini ziyarete gelenlerin öğretmenler olduğu haberini alınca, kaidesini değiştirir ve hemen görüşmek isterdi. Bununla birlikte kendi hass talebeleri içerisinde de hatırı sayılır öğretmen/eğitimci vardır. Bunlardan bazıları; Abdülmecid Nursi, Mustafa Sungur, Hasan Feyzi Yüreğil, Mustafa Özsoy vd. (Allah cümlesine rahmet eylesin).

Bayram Yüksel ağabey, bir hatıratında şöyle der:

“Üstadımız muallimler ziyarete geldiklerinde onlarla çok fazla alakadar olurdu. Ve şöyle derdi ; ‘Şu zamanın dindar bir muallimine eski zamanın velileri nazarı ile bakıyorum. Çünkü eski zamanda dini terbiye ebeveyne verilmişti. Bu zamanda o vazife muallimlere verilmiştir. Muallimin iyisi çok iyi, fenası da çok fena. Çünkü masum çocuklar muallimlerine çok dikkat ederler. Adeta mıknatıs gibi hocalarından ne görürse iyiyide fenayıda çekerler. Muallimin iyisi minare başında kötüsü kuyu dibindedir. Muallimler için orta sınıf yoktur. Ya alay-ı illiyyinde veya esfel-i safilindedirler.’’                 

(Son şahitler C.3 S.61).”.

 Ayrıca Üstad, eğitim alanında aile faktörüne de ehemmiyetle değinip ebeveynlerin ne derece bireyler üzerinde te’sirli olduğunu bizatihi kendi üzerinde gerçekleşen bir hadise ile aktarır:

 “Ben bu seksen sene ömrümde, seksen bin zatlardan ders aldığım halde, kasem ediyorum ki, en esaslı ve sarsılmaz ve her vakit bana dersini tazeler gibi, merhum validemden aldığım telkinat ve manevi derslerdir ki, o dersler fıtratımda, adeta maddi vücudumda çekirdekler hükmünde yerleşmiş. Sair derslerimin o çekirdekler üzerine bina edildiğini aynen görüyorum.” (24. Lem’a)

 

Evet, Üstad 80 yaşında ve hayatının yalnızca çok kısa bir dönemini annesiyle birlikte geçirebilmesine rağmen annesinden aldığı eğitimi hiç unutmadığını dile getirmesi, çocuk eğitimindeki ebeveyn önemini ve özellikle annenin çocuğu üzerindeki tesirini net olarak ifade etmektedir.

Bir sonra ki hasbihalimizde görüşmek dileğiyle.. Hâyırla kalınız..

Devamı Gelecek…

Faydalanılan Kaynaklar:

Said Nursi ve Eğitim, M. Öztürkçü, Uludaz yay. 2021

Bediüzzamandan Neler Öğrendim, Ian S. Markham, Etkileşim yay, 2011

Paylaş: